30 Eylül 2007 Pazar

...

yarısı beyaz, yarısı kırmızı bir nehirdir otoban
milyonlarca asık suratlarla akan,
kenti bir ucundan bir ucuna
ayrılıkların ahı gibi ikiye ayıran,
ne derlerse desinler
asık suratlarında sır gamzelerini büzüştürerek,
ben bu dünyada yalnız bir kadını sevdim
zaman zaman değişti ismi
gözleri mevsimlerin renginde göründü
boyu hem uzun hem kısaydı
ellerime farklı dokundu hep yüzü
bazen inanılmaz bazen sıradandı
ama yemin olsunki
şu kısa hayatımda ben yalnız bir kadını sevdim
hep o sandım gidenleri
değillermiş suç bende mi?

...

kuru yanakların diyeti olan
dudaklardaki diş izleridir hayat,
kenarı burulmuş tebessümlerin
inip kalkan göğüs kafesinin ardında
çırpınan kas yığınıdır yaşamak,
kalp atışlarını sayan
hissiz bir zangoçtur zaman,

eriyip gidiyorsun şimdi
boş gözlerinle bakınarak,
alt kirpiklerinin arasından yol bulup sızan
her damla için bir melek düşüyor bulutlardan
kalbim üşüyor bana bakıpta görmediğin zaman

şimdi ölüyorsun
hem de benden önce,
ağlama diyor güçsüz parmakların
soğuk elin avucuma serilince,
ölme demiyorum sana
sitemde etmiyorum
ne desem boş
madem öyle gerekiyor diyorsun
bildiğin gibi olsun
kapat gözlerini
güneş solsun...

4 Eylül 2007 Salı

...

yeşil çimenleri okşayan
yakıcılığı dinmiş akşam güneşi
rüzgarla sarmaş dolaş
henüz kararmadan hava
ısınsın diye lambası yakılan
denizfenerinin hırçın dalgalarla dansında
sakin bir sahilin zaman tarafından parçalanmış
ufalanmış ayaklar altında ezilmiş
dalgalarla sindirilmiş
eskinin sert gururlu kayaları kumlarında
kaybedilişi başlamasında gizli
yer çekimine karşı amansız bir savaş yapılmakta
hangi kitap, hangi film, hangi resim, hangi şiir
tenimde yüzen rüzgarın yerini tutabilir
eskimeye and içmiş yeni günlerin uysallığında
yıkılmaya adanmış hayallerin tortusunda
doğaya kaçışımızın vicdani sorgusunda
mutsuzluktan yoksunluğun dinginliğinin
yerini hangi sevgilinin gözleri doldurabilir
yalnızlık güzeldir
yalnızlık içgüdüseldir
yalnızlık savaş cesetlerinden arda kalan sessizliktir
yokluğun en ıssız beldesidir
bedenim şikayet etsede
ruhumun ülkesidir...

...

geçmişi gömerken göz çukurlarıma
taşarken yaşlar yanaklarımdan
en sessiz anımdı ağladığım zaman
bunalımda, yataktan çıkmak istemeyen
ve ışıktan kısılmasın gözleri diye
her mevsim gri bulutlarla başını örten
barut kokusuna bulanmış sokakalarını
evlerin arasında gezdiren şehir
en çok insanı anlamadı
her damarında yüzlercesi dolaşırken bile
yabancı kaldı
kim yapmıştı
insanın insana yaptığını...

...

yaşanmamış bir hayatın çeyrek asırlık boşluğunda
sonralarla ertelenmiş planların yığını enkazında
akıyor zaman payımız yok hızında
uyurken göz kapakalrının biriktirdiği çapakta
ardına gizlenen imkansız rüyalarda
ayın yükselirken gecenin yarısına çıkardığı sesin yankısında
çözülmüş ayakkabı bağımızın kamçıladığı yollarda
buruşturulmuş kağıdın kıvrımlarında
uçan kuşların kanat çırpış sayısında
masayı kaplayan tozların boyutunda
bir küp şekerde kaç kristal olduğunda
düşen gözyaşının hacminde ağladığında
sağnak yağmurun çizgi damlalarının açısında
aç afrikalının mide gurultusunda
kesilmiş bileklerin pıhtılaşmış kanında
hayatımıza serpiştirilmiş onlarca dönüm noktasında
inan payımız yok
kontrol büyük yalan
kader de yalansa nedir elimizde kalan?

1 Eylül 2007 Cumartesi

...

elimde kalem, gözümde nem
ayakkabılarımda ter
bir hapis parmaklıkları paralel
ve hapis içinde bir kafes
kafeste küçük ince bir ses
korkuyorum özgürlükten,
şimdi salsam seni
parlak güneşle yıkanan maviliğe, ölürsün
ölüm doğurur ölümler
sevimli bir kedinin dişlerine bürünürsün
inan bana ne mapusluk ne ölüm
pişmanlığım sendendir
bir tek seni öldürdüm
ellerimde kanın süzüldü
ve ben sessiz sıcak bedenine
kefen olup göründüm
yalanım yok ama dürüstte değilim
artık sana ne desem
artık sana ne demesem
şimdi sen beni nasıl sevsen
şimdi sen
paslanmış demir kabarıklığında
is tutup yıpranmış bacalar gibi
tüten benden
kirlenmeden, nasıl geçsen...

19 Ağustos 2007 Pazar

...

bulutları sıkıyor huysuz yaşlı kadın
sokakta oynayan çocuklar ıslansın diye
bense oturmuş koyu gölgede kuru bir yere
şemsiyeleri sayıyorum
sonra damlaları
aklımdan geçenleri aklından geçiren başkası var mı?
aynı genişlikte damarlardan akıyor kanımız
aynı proteinlerden oluşmuş kaslarımız
neden bu farklılık
kimse yok mu aşk dışında isteği olan
barışı malzeme yapmadan arzulayan
şemsiyeleri gereksiz bulan
damlaları saymaya çalışan
varolan tüm vahşetten, boşvermişlikten utanan
bu gece
dünyanın herhangi bir enleminde
aynı boylama denk gelen
kimse yok mu
sadece ben miyim
kafasını ıslak toprağa gömmek isteyen?

...

Bosna, Ruanda, Liberya ve Darfur
ölü çocukların beşiği oldu kara kıtanın toprağı
beyaz siyahı, siyah koyu siyahı
gündüzün geceye etmediğini yaptı insanoğlu
karanlıkla budadı insanı
Bosna, Ruanda, Liberya ve Darfur
din, ırk, ot, bok
aşina oldu aç anaların topukları kırmızıya
hala yaşayan varsa orada
merak etmeyin
bulanıyor midem haberlerde rastlayınca
iğreniyorum insanlardan
özellikle bağırsakları dışarıdaysa
Bosna, Ruanda, Liberya ve Darfur
şeffaf, sarı, koyu siyah önemi yok
sıvıysa veya parlıyorsa
topraktan çıkan herşey daha değerlidir
batılı olmayan bir insandan
veya insan değildir batılı olmayan
Bosna, Ruanda, Liberya ve Darfur
öğütülmüş coğrafyanın diş arasında sıkışan insanları
merak etmeyin, az kaldı
insanlar değil ama doğa dayanamadı
küresel ısınarak
itler gibi susatarak
hepimizin intikamını
hepimizden alacak
Paris, Londra, İstanbul ve Roma
New York, Madrid, Hong Kong ve Berlin
sizlerde ferah tutun içinizi
henüz kaçırmış sayılmazsınız bu taze ezilişi
evlerinizin rahatında, uzanarak bekleyin
yakında yeni katliamımızın filmi vizyonda olacak
seyredin...

...

yalnızlık, kabuk bağlamış yaradır
aşksa o kabuğu kaldıran
sevgili, kabuksuz açık yaradan
hızlıca çekilmiş yara bandıdır
ayrılıkta hunharca acıtan...

...

tabutuysa bedenim ruhumun
mezar taşı burnumdur,
ölümüyse eğer hayat
ölmek borcumdur,
derisi suya, ciğerleri havaya muhtaç yunusların
denize mahkumiyeti gibi zaten yaşamak,
kendini kandırarak, sersefil,
gün gelir ölünür mesele değil...

...

kırık ay sallanıyor semada
yarım kalmışlıkların keskin ucuyla
içimde oyulmuş bir parça var
seni koyduğum yerin hemen yanında
kirpiklerim uykusuzluğun isyanında
pul pul olmuş derim
bir kuş gibi kırıp kanadımı
altıbin metreden düşüp ölebilirim
duvarın kuytusunda bir kiremitin
tozdan kararmış sıvasına gömülebilirim
-e bilirliğimden sıkılıp
bir gün tüm hoyratlığıyla yağan
sağnak asit yağmurunda eriyebilirim
ama mevsim yaz
tuğlasız binalarla döşenmiş her taraf
ve kanadım yok kırılacak
öyle böyle değil korkularım
yokluğunda hepsi azacak
bazen yüzaltmış kilometre hızla giden
bir arabanın ön camına çarpan
şişko bir sivri sinek gibi hissediyorum
başkalarının kanıyla kanayan
korkuyorum
dalgaları dondurulup hapsedilmiş bir deniz var duvarımda
onunla boğuluyorum...

27 Temmuz 2007 Cuma

...

kül rengi bulutlar gerilmişti sarhoş atların üzerine
toprakta bembeyaz bir halı
nefesler görünür halde dumanlı
bir kış ayıydı, hangisiydi unuttum
şimdi diyeceksinki kış topu topu üç ay
ama bir an yüzlerce kez yaşanınca tekrar tekrar
her hayalinin temeline oturtunca yılmadan
hangisi gerçek hangisi hayal unutursun inan
mevzu kısaydı aslında
bir kış ayıydı, nefesim duman
bir kız geçti kuzey-batıdan
lodosun hoyratlığını karşısına alıp esti
dağıldı saçları, simsiyahtı
gözlerine yaşlar kondurdu rüzgar
kar taneleri döküldü omuzlarından
yüzde doksanı kumaştı silüetinin
sadece gözleri parladı ıslak ıslak
birde bir tutam saç vardı dağılmadan sol gözüne sarkan
bir kış ayıydı, bulutlar kül rengi
toprak bembeyaz, çiçekler üşümüş
kuşlar perişan
söyle, böyle birgünde yanar mı insan?

...

dudakların gözkapaklarım,
susman körlüğüm,
gülmen
herşeyi netleştiren
miyoplara özgü kısık bakışım,
titrerse dudakların
dünyam bulanıklaşır,
iki deri parçası arasından geçiyor hayat,
varlığımın kapısı gözlerim
uyurken içe açılan kulbum,
dudakların gözkapaklarım
susma kör olurum...

...

sokak lambaları yüzerken ıslak caddelerde
kirpiklerini kürek yapıp aya doğru yirmi adım
gölgeler sızarken karanlık köşelerde
gözyaşlarından sarhoş olup güneşe çaprazlama
gidiyorum
duracak gibi değil ayaklarım ölüme doğru bodoslama
sayıklamalardayım...

...

yeniden dedin eski bedeninle karşımda durup
gözlerin yorgunluğunu dinlendiren çukurlarla çevrili
ellerin eski tutkusundan, gücünden yoksun
sıktın ellerimi
tekrar dedin
mutluluk geçerken cümlende bir an iç çektin
yeniden dedin geçmişin özgünlüğüne kanıp
ama eskidik biz artık eskiydik
ne yenilenirdi gözlerimizde solan ışık
ne de yenilirdi ellerimizi titreten pişmanlık
deneyelim dedin tekrar tekrar
düzeltelim dedin
hala hayatlarımızın eskiz olmadığını öğrenemedin...

23 Temmuz 2007 Pazartesi

...

buram buram ter kokuyor insanlar
mis gibi emek akıyor alınlarından
koltukaltlarından, apış aralarından
puro dumanında boğularak çalışıyorlar
sevişiyor gibi sırılsıklam
çok için değil azı umarak
kazanarak değil kaybolarak
umut doğuyor kaybedilmişliklerin sancısından
umut ölüyor gün doğumunun hamlığında
teknoloji canavarının dişleri arasında
toprak ölüyor, insan ölüyor
iki dudak arasında...

13 Temmuz 2007 Cuma

...

içimde olmanı seviyorum dedi
kulak memelerimi çiğnerken
parçalarını hücrelerimde sindirmek

seviyorum dedi, sevdi
yalan değildi sözleri
sadece öznel tanımlar yüzünden tanımsız kalmıştı aşk
binlerce tanımın altında ezilerek
kelebeklerin uçuştuğu bir mideydi o'na göre
bense karalara omuz atan dalgalarda buldum aşkı
aşk uçardı sigaranın ucundan yükselen dumanla
aşk düşerdi yüksek bir uçurumun kenarında
aşk ölürdü çarpışan arabalar enkazında

içime girmen için boylu boyunca neşter darbesi
dokunmak, sevişmek kesmiyor artık beni
aynı mezara konulup çürümek
ve aynı böceğin midesinde sindirilmek
tekrar yeşermek değil istediğim
tekrar tekrar ölmek...

5 Temmuz 2007 Perşembe

...

süresiz suskunluğun içinden
camı kesen elmas kadar tiz
göğü kanatan bulut gibi keskin
dümdüz iki sözcük geçti
bilinmeyen boşlukların kenarlarında
kurulmuş şüphelerle bilenen iki sözcük
dudaklarında yapmacık görünen

süresiz suskunluğun içinde
çığlık çığlık söylenen gözlerin duruldu
ölüm gibi kokan kelimlerde
sonra içim sustu
yorgundu, uyudu
neresiydi dokunduğun yer içimde
unuttu...

29 Nisan 2007 Pazar

...

dirim ölümün tersi,
hayat yitirilmekteyse yitiren hayatın ta kendisi
bitmesini umuyorum, korkutuyor hayatın sonsuzluğu
bilmiyor ki kaderim, bu yolun sonu kendi yokluğu...

...

gittiğinden beri
pinhan sevişmelerde
kazdım dölyataklarını yıpratarak sikimi,
dünyaya girdiğim kapının gizemiydi sebebim,
veya bir anlık mutluluk içindi sadece,
zamanın planck sabitindeki anlamı kadardı meali,
soğuk odamda
sıcaklıktan çatlamasın diye
üşüyen bardağıma koyduğum çay kaşığıydı belkide,
içgüdülerim, doğam, erkekliğim, zaaflarımdı,
unuttum aslında neydi aradığım benzerlerinde.
sendeyse,
kalbinin yanına kıvrılıp uyumaktı amacım,
bağırsaklarına, midene, safra kesene kadar sokulmak,
vücudunu giyinmeye başlıyordum soyunarak her gece
ve her gece giyiniyordum tekrar senden soyunarak,
yoksun şimdi, çırılçıplağım.
yoksun,
senin olduğu halde cahilisin yokluğunun,
bir bilsen anlamını.
yokluğun;
traş köpüklerinin beyazındaki küçük kan oluğu,
uykusuzluktan küçülmüş çizgi gibi göz çukuru,
şişe dibi körkütük sarhoşluğun kusmuğu,
yokluğunda hep sen varsın.
biterken suçlamıştık hayatı hatırlar mısın?
gel
ölelim erkenden
ne kadar varsa vaktimiz kaderde
boşver
üstü kalsın...

...

soruların koynuna gömülmüş
sığabilmek için kafatasıma büzüşmüş
cilasız ahşap beynim
her kalp atışında kanla ıslanıyor,
şişiyor çatlakları,
susuz toprak gibi çatlıyor ıslandıkça.
nedir ölümü bu kadar hüzünlü yapan?
nedir yaşamı bu kadar anlamlı kılan?
neden sorusu mu vardı yoksa nedenin kendisi mi
heşeyin öncesinde?
şakaklarıma vuruyor beynim
sanırım sızmak üzere
yakında kendi beynimle boyanıp uyuyacağım
umarım.
ölmeye razıyım
eğer uyku ölümse
beynim gibi kıvrılıp sığabilirim bedenine
ölürsem sen ölme...

...

sarındım dar kisveme
tekrar yeşermek için
budandım,
uyusun kuşlar diye
yakıp yıldızlarımı
karardım,
bir iç çektim
bir soluk aldım
ne hamdım
ne piştim
ne de yandım
yalandım...

...

görmesemde, bilmesemde, bilmesende
ne zaman kapasan gözlerini
aşırı dozdan mefta bir cesetinki gibi
çekiliyor kanım, büyüyor gözbebeklerim
bembeyazım
ne zaman ağlasan
ıslanırım...

...

damlalar bulutlardan okyanusun özlemiyle atlar
kimi kavuşur kimi betona çarpar
eğer betonda kuruyan bir damlaysan boşver
mazgala denk gelip bok içinde yüzmekte vardı...

...

yalan yok ağlıyorum
sindirilmemiş ayrılığın gözyaşları değil bunlar
değil yaşanmışlıkların ablukasından etkilenen pişmanlıklar
yalan yok
neden yok
ağlıyorum
yok...

...

yıkıp geçiyor mevsimler
insanlar etraftalar her zaman
ne zordur büyük şehirlerde yalnız dolaşabilmek
tünemiş bir kuşkunun gölgesi çiviliyor bedenimi acımadan
zordur yalnızlık, hem kalabilmek, hem olabilmek
çaresiz kalmanın rahatlığıyla
direnmeden yıkılabilmek...

...

tüm yitirilmişliklerin yası,
yarım kalan aşkların kalan yarısı,
sahip olunamamış zenginlik, şöhret yalanları,
hiç yaşanmamış iki katlı evler,
kulanılmamış hayatlar,
ikinci el öğretilmiş hayaller.
tüm yitirilmişliklerin yası bu
hiç bestelenememiş
dünyanın en güzel bestesi ağıtı,
idealist bir beyinde
kanaya kanaya sistem sunağında can veren yarınların,
girdap gibi yığılan gerici kalabalıkta
çırpına çırpına yutulan bir devrimcinin,
herkesin çok mutlu olacağı bir hayal kuruldu
bazıları daha mutlu olabilmek uğruna herkesi uyuttu.
tüm yitirilmişliklerin
tüm unutulmuşlukların yası bu,
ninnisi kalabalık bir sokak sesi,
pastel renkli savaş kahramanlıkları dekorlu,
bir yarış köpeğinin önünde koşan tavşandan ibaret
vaadedilen kariyer planları,
haketmek hakettiklerimiz için yetmiyor,
ne kadar satarsak ruhumuzu
o kadar hakediyoruz umursamadığımız sahte mutluluğu,
sahip olmak sahip olduklarımıza yetmiyor,
hiç doymayan bir açlık var içimizde
ne zaman istediğini alsa yeni bir istek doğuruyor,
tüm yitirilmişliklerin intikamı bu,
kanlarımız kendi ellerimizde,
birbirimizi çiğneyerek koşuyoruz hayallere,
kimse nereye bastığına dikkat etmiyor,
tüm yitirilmişliklerin yası,
tüm yitirilmişliklerin intikamı,
bir vicdanımız kaldı doğruyu fısıldayan
beynimiz boş, yankıdan ne dediği anlaşılmıyor...

...

saat dört yirmiyedi
akşamın puslu kokusu
bir sen geçiyorsun paralelinde beyoğlunu
korkuyorsun yolunun üzerindeki çingenelerden
telaşla hızlanıyor adımların
soluğun sıklaşıyor
kalbin benim için hiç atmadığı kadar sık çarpıyor
saat dört yirmiyedi
akşamın sisli kokusu
bir ben geçiyorum istiklalin tam ortasından
bir markiz pastanesi geçiyor sağımdan
sol tarafımda bir konsolosluk duruyor benim toprağım olmayan
hızlı hızlı yürüyorum
koşuyor olurdum biraz daha hızlansam
yolumun üzerindeki bütün atomlara çarpıyorum
hiçbiri beni durduramıyorlar
saat dört yirmiyedi
senin kulakların ürperiyor şımarık bir çocuk çığlığıyla
dişi bir karga soluyor hızlı nefeslerinden birini
pariste takım elbiseli adamlar saçmalıyor
çark caddesinde sakarya'nın ve sakarya caddesinde ankara'nın
insanlar birbirine çarpıyor
saat dört yirmiyedi
ölesiye korkuyorum
etrafımda olanlar umurumda değil
sarhoşların, tinercilerin, travestilerin içinden geçiyorum
hepsinin içi kan kokuyor ama koku salt değil
ölesiye korkuyorum
korkuyorum ölememekten
öyle böyle değil ölesiye
korkuyorum
saat dört yirmiyedi
ölmekten korkan biri ölüyor
saat dört yirmiyedi
korkuyorum
korkudan ölünmüyor...

...

çember aynı
hergün taşırmadan üzerinden geçtiğimiz
her gün aynı döngü
çapı değişirse ne kadar değişir çemberimiz
düşlerimizde bıkmadan
endorfinle hayatımızın eskizini çizeriz
düşler hayatın zıttı
ölene kadar durmadan bunu öğreniriz...

...

saat akşamın sekiz sularıydı
sessiz bir sokağın zemininde
öğrendi bir beden asfaltın geçirgen olmadığını
ve ölüneceğini belli bir yükseklikten düşülünce.
insanlar yığıldı olay yeri civarına
dökülen koyu bir sıvı gibi yayıldılar
taze, nemli kalabalığın ortasında
kırmızı mavi ışıklar sırayla vurdu, sokağın bedeni duvarlara
yüksek binanın önündeki kaldırımda
spatulalarla kazınıyordu intihar artıkları
yetişememişlerdi katiller
teşebbüste kaldı tüm cinayet planları
kurban olmaya bir adım kala boşluğa atılan bir adımla
katillerin kana bulanmaya hevesli elleri masum kaldı...

...

karanlık büyük bir gölge sadece,
ışıkla aramıza giren bir obje,
ve soğuk güneşe olan uzaklığımız.
zerk edilmiş karanlık düşler var beynimizde,
ölesiye üşüyoruz,
o kadar uzağız güneşe...

...

güneşin öldürdüğü akşamlarımın yası bu,
ürken yalnızlığımın,
seri katili olduğum günlerimin yası.
bundandır uykusuzluğum, yorgunluğum
sessizliğim, sensizliğim
geçer demişlerdi, kanmıştım
geçmedi
oysa lanet olası ilacım zamandan aksatmadan almıştım...

...

katran demişler, zifiri kara demişler
karanlık, kötü, kasvetli demişler
haltetmişler
onlar siyahı senin gözlerinde görmemişler...

...

sen yoksan,
kapatırım gözlerimi, sağır olur kulaklarım
susarım sözlerimi.
yalnız seni görmeli,
yalnız seni dinlemeli,
yalnız sana söylemeli tüm bildiklerimi...

...

gecenin karanlığına pusu kurmuş sokak lambalarıyla bir olup
gölgemi vura vura ezberletiyorum adımlarımı kaldırımlara,
her adımda daha sert
her adımda daha muğlak
her adımda daha derin izler bırakarak.
katran gibi bir gölge akıyor bacaklarımdan
sarhoşların tükürdüğü kaldırımları yalayarak dolaşıyor ardımdan
sürekli aynı yerleri,
aynı düşünceleri dağıtmaya çalışarak.
ne zaman bu kadar zor oldu hayat?
oysa
oyuncak tabancamdan çıkan hayali bir kurşundu yaşamak
yalnızdı, yarışmaktan uzak
sapmazdı, herhangi bir hedefi yoktu vuracak
yalandı,
galiba hala yalan ve bir gün yokolacak...

...

yokluk, sabahın geceye değdiği yerde
yokluk, zamanın labirentinde anlar hapishanesinde bir mahkum.
yokluk, güneşin öldürdüğü akşamlar içinde
yokluk, ölünün toprakta çürüyüp gittiği yerdeki boşluk.
yokluk, varolmayı önemsemenin getirdiği bokluk...

...

en siyahında gecelerin,
en soğuk düşlerin sıcağına uyandım.
susuyorum,
çünkü; yalnızlar konuşmaz biliyorum...

sürdüm gözlerime kederi
yas siyahlarını kuşandım
göz yaşlarım hazır kıta
bekliyorum kara haberi, gelsin artık.

beklemek,
mahşeri bekleyen melek gibi sonunda yok olacağını bilerek...

...

kaldırımlara yazılan paslı bir masal...
hatırlıyorum masalların yalan olduğunu anladığım anı,
ahenkli bir yıldırımın sıcak dokunuşunu,
yanmış cesetlerin kansız kokusunu,
can çekişen organların kılcal damarlara yumuluşlarını,
hatırlıyorum.
asfalta yapışmış cansız bir kedi gibiydiler,
gecenin soğuğunu hissetmeyen.
ölü bir kedi görünce neler düşünür kediler?
sen neler düşünürsün ölünce ben?..

hatırlıyorum tüm düşlerimin güzelliğini,
tütsülenmiş sözcüklerle kapatılışını ölülerin gözlerinin,
ve ölüm kasımda başka yakar içini
kasımda bir garip olur insan, insansam.
kasım ağlar,
sen ağlayamazsın o ağlar,
kıpırtısız bir titreyişle paslı masallar kazınır tetanoz kaldırımlara,
doğrular üşüşür boğazına, yutulamayacak kadar gerçektirler,
kasımda susarım ben kana susayan itler gibi tek kelime etmem,
ağızımı her açışımda kusarım kirlenir ağızım
yok olurum, titrerim, kusarım ama ağlamam
kasımda, kasım ağlar, ben susarım
biraz arınmak umuduyla bulabildiğim tüm gözyaşarıyla yıkanırım...

20 Nisan 2007 Cuma

...

kurşun gibi ağır bir bulutun gölgesi üzerimde
varlığın düşlerimin eskizinden ibaret bende
yağamayan yağmurun sıkıntısı yayılmış şehire
uzaklaşacak kadar yakın olamadık son günlerde
şimdi gidişlerin başkalarından başkalarına
yolda karşılaşsak yabancı gelirsin artık bana
ama korkma
yağarsa yağmur ıslanırız bizde,
karanlığın bakışına gizleniriz
ölümün ardından yok olur tüm aidiyetimiz
veya boşver bugün kafam iyi yine
rakı şişesinden akvaryum yaptım kendime
yüzüyorum okyanus hayaliyle
hiç birşey yapmak istemiyor canım
seninle olmayı bile

damtılmış sözcükler damlıyor sabaha
isminin yanında kırıcı kelimeler geliyor aklıma
şiddete karşı ruhum unutuyor nefreti
hava sıkılgan bugün
yağmur nazlı
sen
sen nasılsın?
hala bir yerlerde var mısın?
yok olsan bir parçamda sızlar mısın?
sen
seninle ben
gerek yok melodilerin süsüne kafiyelerin ahengine
sen sadece
uzaksın...

...

ölüm kadar ciddi
yağmurda eriyen ayrılık fikri
şehirlere de küsermiş insan
bulut yumuşaklığında
ses çıkarmadan uzaklaşarak
severmiş kaçakları yağmur
izlerini anne şefkatiyle kapatarak

acı; tanımsız bir kitle
kaçamıyorsun düşüncelerinden
ciğerlerini patlatırcasına koşarak
acı somut açık yaralar arasında
içindekilerden uzaklaşamıyorsun
uzaklaştıkça yapışıyor ardına
tül perde gibiyim suçluluğun önünde
yumuşuyor günahlarım ardımda
ama ölüm kadar ciddi bu defa
ayrılığın acımasız gerçeği
şehirlere de küsermiş insan
sevdiği kadını terketmek gibi
uzun yollarda kupkuru ağlatırmış
buyurgan, sinsi ayrılık fikri...

...

belli bir yazgı vardı yürürken ayaklarımızı sürerek çizdiğimiz
trak geldi bir an,
kaderimdeki rolümden saparak
bir uçurumun kıyısına sürükledi suskunluğum
boğuluyorum kelimelerin anlamlarında
artık yazmak istemiyor canım
sıraya girmiş kelimeler boğazımda
sıkılıyorum
vazgeçtim artık yazmıyorum...

...

sen giderken bilinmeze
yağmur davetkardı
bir damla aşk düştü gözümden
ayak izlerin ıslandı
ufuğun kaybeden sisinde
gözlerime aşk saplandı
kapalı gözlerimin ardında
son bakışım aşktandı
ne tanıyordum seni
ne bakışların bedenimle kesişmişti
yalındı, saftı, yalandı...

...

altından bok nehirleri akan şehirlerin
ışıltılı caddelerinin kıyısına izbe köşkler kurdum ev diye
yaşama oyunundan rol çalmaya meyledip
kaybedilmişliğin gururuna yenildim
utandım
utancımdan utandım
oysa ben kimseleri umursamazdım
derdim sordu dermanımı konuşamadım
dokunmadan öpüşmekti konuşmak
bildim, anlatamadım
niyetim platonik denizlerin dalgalarında ıslanmaktı
buluttan habersiz bir avuç yağmur çalmaktı
adın dudaklarımdan adaşlarının adından farklı çıkardı
anlamazdın,
anlasan umursamazdın
küçüldükçe gözünde uslandım
kaybedecek birşeylerim yoktu
eğer olsaydı adım kaybeden olurdu
yoktu
adsız bir mezar taşına bezendim
adım yoktu
olsaydı kaybederdim...

...

ayak sesleri yağmurdandı ayrılığın
düşlerin yakamozunda salınan dalgalardı
gitmek dedi ürkek sözcük, sessizce
kalmak geçti aklımdan giderken kendime
susmak mahvetti bizi, bazende söylemek
kimbilir, belki başka zamanlarda yaşasaydık
belki sevmeseydik, sevmeyi kanıksamasaydık
olmasaydık, hiç varolmamış gibi, dokunmazdı
ama en çok ölmek koydu bana, buzdandı

yalnızlıkla ölemedi bir kavanoz kül hacmindeki bedenim
kalabalıkta boğularak ölmeliydi
insanlığa yüklenmeliydi tüm suç
ancak o zaman savunabilirdi kendini
yalan cehennemin gölgesinde çırpınan bir ruh

ayak sesleri yağmurdandı ayrılığın
düşlerin yakamozunda salınan dalgalardı
ölmek dedi cüretkar sözcük, sessizce
yaşamak geçti aklımdan ölmeden hemen önce...

...

sabah sislerini solumayı sevemedim hiç
bir öksürük gibi boğazıma takıldı hayat
kuzeye yükselirken güneş
veya ben yüzümü güneye dönmüşken
ne kadarda basit ölmek
huzursuzluğumun nedeni bedenimse
vazgeçebilmem ne kadar sürer
ya ruhuma kazılıysa şehrin pusu
bir mezar boşluğu kadar yerim yoksa dünyada
hayatın anlamını aramakla mı avunmalı
yoksa ona anlamlar yaratmakla mı?
tozlandıkça sahiplenilir eşyalar
yokluklarda kabullenilir insanlar
sabah sislerini solumayı sevemedim hiç
bir öksürük gibi boğazıma takıldı hayat
kuzeye yükselirken güneş
veya güneye düşerken
huzursuzluğumun nedeni bedenimse
vazgeçebilmem ne kadar sürer
nedir bir köprü korkuluğundaki maksimum sürem?

...

bir anlık gafletinle mutluluğa değdiğinde
unutulmuşluktan acemileşen gülümsemenden
yakalar seni içindeki derin hüzün
en uzak zamanı kollar kendisinden
ve bir anda çeker içine bekletmeden
o kadar hızlı çarparsınki uçurumunun dibine
gülümsemen yetişemez asılı kalır yüzünde...

...

sigara dumanı katmış zaman bu anın dizaynına
gidişinin ardından uzaklaşan adım sesin
tadılmış dudaklarımdaki titremelerim
rüzgarın getirdiği kokunun son demi
yok olmak isteğim
sigarama yapışıyorum ölmek için
duman doluyor boşluklarıma
sen gidiyorsun
ölüyor kediler gölgene dokununca
uzaklaşıyorsun bulaşarak gerçeğe
geçtiğin yerler ölüyor
sen gidiyorsun
hayat beni hapsediyor...

...

kanların yeri kaldırımlar olamamalı
damarlarda kalmalı kıpkırmızı
ten altında maviye bürünmeli
beyinlerde fikirleri beslemeli
eyvallah, ölüm allahın emri
ama insan eceliyle ölmeli...

...

fahişeler satmaz bedenlerini, kiralar
sattıkları, en büyük bedeni zevkleridir
ebedi bir anlaşmayla, vücutlarına kazınır terli, azmış bedenler
ve bir daha asla bunları düşünmeden sevişemezler.

günahlar, arınmanın ilk şartıdır
yeniden kirlenebilmek için temizlenmektir pişmanlık,
tekrar hissederek dokunulabilmek için
katran kaplı vücutlarda bir parça ten parlatmaktır.
hayat hiçbir şey vadetmedi bize
kimse dinledim diyemez vaazını
toprağa düşen tohumlar gibiyiz
bakışlarımız aval aval
bütündük hepimiz, koparıldık
alaz alaz çığlıklarla bireylere ayrıldık
bilgisizlikten yüz bularak ne zaman günah işlesek,
pişmanlığımızla avuttuk insanlığımızı
yaşamak uğruna en büyük ruhani huzuru sattık.

satılmış cehaletimiz asla geçmişten arınamayacak
ölümümüzle sorumlu olacağımız günahlar
yaşamda ölümü erteleyen zevkler olacak
öylesine alıştık ki günahın yoğun tadına
korkarım cennet bizi avutamayacak...

...

kasımdı ıslaktı bulutlar
tramvay geçiyordu beyoğlundan
ilk kez kayboldu kelimeler, kaçıştılar
kızgınlıkta kurşun gibi ağırdılar
aymazlıkta duvar gibi sağırdılar
anlam büyük geldi bu sefer
şehrin köşelerine kaçıştılar
kasımdı ıslaktı toprak
tramvay geçiyordu beyoğlundan
acemi korkak birkaç kelime
yaslı, sarhoş gecelerin koyusundan
siyah gibi boyanamaz üstü, kapatılamaz
yolcunun eyvallahı gibi yalın, gerçek ve korkak
bakkalın selamı kadar mekanik
zoru yok susmanın, konuşmanın
ne desen ne duysan düşer vurulmuş bir kırlangıç gibi
karanfil kokulu nefesinde kalır dünler
yağmur yüklü paltoya sarılıp
kasımın son cuması kısa maltepe tüter
tramvay öyle bir geçerki beyoğlundan
ikiye keser şehri, kanatır, üzer...

...

yağmur; damlaların toplu intiharı.
ıslak şefaf kanla kaplanır şehirler
her an yeni biriyim
bir an önceki beni öldüren
zaman; tanrının cinayet silahı
zaman, çarpar, yavaş yavaş almalı
aniden boşluğa atılır yetişkinliğin ilk adımı
diğer ayağın hala çocukluğunun son adımında
ilk bakış, ilk nefes, ilk aşk
herşeyin ilki belli sonlar belirsizdi
her sonun çıkışı dağılan sis gibi yalın
insanlar arasında taş gibi soğuk
yalnızlık, kalabalık şehirlerin yan etkisi
boş sokak bulmak bile zor bu günlerde
başbaşa bir dakika verin bana istiklal'le
yalnız ben, istiklal ve ölüme düşen yağmur kalsın
istiklal'e gömün beni mezarımdan tramvay geçsin
ölen her damla bedenimin yokluğunda biriksin
istanbul her gece ölümümün eskizini çizsin...

...

felekten çalınmış bir gecenin
gecenin baş ağrılı sabahının
sabahın ekşi kusmuk kokulu yatağının
yatağın bir insan boyu oyuğunun
oyuğun bir boy sağının
sağın beş okka postalının
postalın oniki adımlık çamurunun
çamurun yarım metre solunun
solun katledilen boynunun
boynun bir karış üstündeki dudağının
dudağın üç parmak yanındaki gamzenin
çukuruna gömdüm geleceğimi
bulursan haber ver yaşarız...