30 Eylül 2007 Pazar

...

yarısı beyaz, yarısı kırmızı bir nehirdir otoban
milyonlarca asık suratlarla akan,
kenti bir ucundan bir ucuna
ayrılıkların ahı gibi ikiye ayıran,
ne derlerse desinler
asık suratlarında sır gamzelerini büzüştürerek,
ben bu dünyada yalnız bir kadını sevdim
zaman zaman değişti ismi
gözleri mevsimlerin renginde göründü
boyu hem uzun hem kısaydı
ellerime farklı dokundu hep yüzü
bazen inanılmaz bazen sıradandı
ama yemin olsunki
şu kısa hayatımda ben yalnız bir kadını sevdim
hep o sandım gidenleri
değillermiş suç bende mi?

...

kuru yanakların diyeti olan
dudaklardaki diş izleridir hayat,
kenarı burulmuş tebessümlerin
inip kalkan göğüs kafesinin ardında
çırpınan kas yığınıdır yaşamak,
kalp atışlarını sayan
hissiz bir zangoçtur zaman,

eriyip gidiyorsun şimdi
boş gözlerinle bakınarak,
alt kirpiklerinin arasından yol bulup sızan
her damla için bir melek düşüyor bulutlardan
kalbim üşüyor bana bakıpta görmediğin zaman

şimdi ölüyorsun
hem de benden önce,
ağlama diyor güçsüz parmakların
soğuk elin avucuma serilince,
ölme demiyorum sana
sitemde etmiyorum
ne desem boş
madem öyle gerekiyor diyorsun
bildiğin gibi olsun
kapat gözlerini
güneş solsun...

4 Eylül 2007 Salı

...

yeşil çimenleri okşayan
yakıcılığı dinmiş akşam güneşi
rüzgarla sarmaş dolaş
henüz kararmadan hava
ısınsın diye lambası yakılan
denizfenerinin hırçın dalgalarla dansında
sakin bir sahilin zaman tarafından parçalanmış
ufalanmış ayaklar altında ezilmiş
dalgalarla sindirilmiş
eskinin sert gururlu kayaları kumlarında
kaybedilişi başlamasında gizli
yer çekimine karşı amansız bir savaş yapılmakta
hangi kitap, hangi film, hangi resim, hangi şiir
tenimde yüzen rüzgarın yerini tutabilir
eskimeye and içmiş yeni günlerin uysallığında
yıkılmaya adanmış hayallerin tortusunda
doğaya kaçışımızın vicdani sorgusunda
mutsuzluktan yoksunluğun dinginliğinin
yerini hangi sevgilinin gözleri doldurabilir
yalnızlık güzeldir
yalnızlık içgüdüseldir
yalnızlık savaş cesetlerinden arda kalan sessizliktir
yokluğun en ıssız beldesidir
bedenim şikayet etsede
ruhumun ülkesidir...

...

geçmişi gömerken göz çukurlarıma
taşarken yaşlar yanaklarımdan
en sessiz anımdı ağladığım zaman
bunalımda, yataktan çıkmak istemeyen
ve ışıktan kısılmasın gözleri diye
her mevsim gri bulutlarla başını örten
barut kokusuna bulanmış sokakalarını
evlerin arasında gezdiren şehir
en çok insanı anlamadı
her damarında yüzlercesi dolaşırken bile
yabancı kaldı
kim yapmıştı
insanın insana yaptığını...

...

yaşanmamış bir hayatın çeyrek asırlık boşluğunda
sonralarla ertelenmiş planların yığını enkazında
akıyor zaman payımız yok hızında
uyurken göz kapakalrının biriktirdiği çapakta
ardına gizlenen imkansız rüyalarda
ayın yükselirken gecenin yarısına çıkardığı sesin yankısında
çözülmüş ayakkabı bağımızın kamçıladığı yollarda
buruşturulmuş kağıdın kıvrımlarında
uçan kuşların kanat çırpış sayısında
masayı kaplayan tozların boyutunda
bir küp şekerde kaç kristal olduğunda
düşen gözyaşının hacminde ağladığında
sağnak yağmurun çizgi damlalarının açısında
aç afrikalının mide gurultusunda
kesilmiş bileklerin pıhtılaşmış kanında
hayatımıza serpiştirilmiş onlarca dönüm noktasında
inan payımız yok
kontrol büyük yalan
kader de yalansa nedir elimizde kalan?

1 Eylül 2007 Cumartesi

...

elimde kalem, gözümde nem
ayakkabılarımda ter
bir hapis parmaklıkları paralel
ve hapis içinde bir kafes
kafeste küçük ince bir ses
korkuyorum özgürlükten,
şimdi salsam seni
parlak güneşle yıkanan maviliğe, ölürsün
ölüm doğurur ölümler
sevimli bir kedinin dişlerine bürünürsün
inan bana ne mapusluk ne ölüm
pişmanlığım sendendir
bir tek seni öldürdüm
ellerimde kanın süzüldü
ve ben sessiz sıcak bedenine
kefen olup göründüm
yalanım yok ama dürüstte değilim
artık sana ne desem
artık sana ne demesem
şimdi sen beni nasıl sevsen
şimdi sen
paslanmış demir kabarıklığında
is tutup yıpranmış bacalar gibi
tüten benden
kirlenmeden, nasıl geçsen...